15 Mart 2014 Cumartesi

Mualla'yı sandala atıp ruhunda hicranını söyletme hikayesi

_________________________5.BÖLÜM_________________________




"Akşama işin var mı delikanlı sana sardalye pişireyim ?"
"İşim yok abla gelirim."
 Ben yalan söylemeyi pek beceremem. Sevgili patronumun bu sorusuna da yalan söyleyemedim.
Patronum Mualla abla, özünde pamuk gibi kadındır ama iki kadeh içmesin. Yüz seksen derece döner. Yanakları pancar gibi kızarır, agresifleşir. Balığın yanında, rakı içeceğini bildiğimden evine gitmek istemiyordum ama yalan söyleyemedim işte.
Akşamleyin mekanı kapatıp Mualla ablanın evine gittik. Sofrayı kurdu, balıklar geldi ve son olarak da yetmişlik rakıyı "taak" diye masaya bıraktı.Yemeğin sonlarına doğru; "Ay humusu getirmeyi unutmuşum" diye telaşla mutfağa koştu. Biraz sonra elinde humusla döndü. Humusu masaya bıraktı. Rakılara baktı, bana baktı, bir daha rakılara baktı. O an, kötü bir şey olacağını hissettim.

"Rakıya, iki tane buz koyulmaz demedim mi sana Ahmet , rakı içmenin bir adabı var !"
" Cuffffff ! "
 Mualla abla, ani bir hareketle masadaki bıçağı alıp, böğrüme taktı. Rakısı batsın mendebur karı, bu sebepten adam mı bıçaklanır.
" Tek buz koyunca ağır oluyor, içemiyorum abla" diyebildim. Kanlar içinde yere yığıldım. Görüntü bulanıklaştı, geçmişim berraklaştı. Hayatımın detayları arasında gezerken, bu duruma düşmemin sebeplerini düşündüm.

________________________4.BÖLÜM_________________________


       2012 yazında, Serra'yla birlikte tatil yapmak için sakin bir yer arıyorduk. İnternetten Frigya'yı buldum. Sessiz sakin.. Tatilciler tarafından henüz harap edilmemiş sevimli bir sahil kasabasıydı. Sevgiliyle gidilebilecek yerlerin başında geliyordu. "Sevgilim buraya gidelim mi ?" dedim. Serra'nın mutluluktan gözleri parladı; "Ayy çok güzelmiş gidelim hayatımm." Aşkımızı canlandıracak Frigya tatiline gittik.


      "Hayatım hani yemek yiyecektik, hem bu sıcakta çay mı içeceğiz ?" diye çıkıştım Serra'ya.
Frigya'ya geleli iki gün olmuştu. Hava kırk dereceydi. Denizden çıkıp öğle yemeği yemek için çarşıya gelmiştik. Serra, 'Zebercet' isimli bir kahvehanenin önünde durmuş, oraya oturmamız için ısrar ediyordu.
"Ama baksana sevgilim,  Bob Dylan-Sara çalıyor, bizim şarkımız."
Evet bu bizim şarkımızdı. Onu kıramadım, oturduk. Zebercet kahvehanenin sahibi Mualla ablayla, o gün tanıştık. Muhabbeti tatlı bir kadındı. Bir haftalık tatilimizde, her akşam Zebercet'e oturduk. Mualla ablayla, kısa sürede samimi olduk. Frigya'yı da çok sevmiştim.
"Serra burada yaşayalım mı ?"
"İleride bir gün kesinlikle buraya taşınalım sevgilim."
"Hayır ben şimdiki zamandan bahsediyorum, İstanbul'u bırakıp buraya yerleşelim."

Sessiz sakin yerlerin hastası olan sevgilim, bir anda metropol canavarına dönüştü;
"Ahmet, burada burger king yok, alış veriş merkezi yok nasıl yaşayacağız, emekli olunca yerleşiriz."
"Dandik barlarda müzik yapan insanlarız Serra nereden emekli olacağız! Sigorta primin kaç gün yattı söylesene!" diye bağırdım. Tartıştık. Ben Frigya'da kalmaya karar verdim. Serra beni terk edip gitti.
Tek gözlü bir ev kiraladım. Mualla abla beni garson olarak işe aldı.
 
     İstanbul'un hızlı yaşamından sonra, Frigya'da yaşamak olağan üstüydü. Gündüz, çay kahve taşıyor, haftada üç gece de canlı müzik yapıyordum. Azıcık aşım belasız başımdı. Çalışmadığım akşamlarda, balıkçı Rıza ve kılıbık Necmi'yle oturup sanattan, siyasetten, evrenden konuşuyorduk. Sohbetlerimiz, Rıza'nın bana ithaf ettiği Oktay Rıfat şiiri ile bitiyordu;
'Sen balık değilsin ki!'

       Mualla ablanın, böğrüme bıçak takmasından bir gün önce, çocuklarla buluşmuş teknede oturuyorduk. Bol kahkahalı sohbetimiz, Rıza'nın şiire başlamasıyla son buldu. Şiiri duyunca ayaklandık. Necmi, kol saatine baktı; "Yengeniz kızacak ya, geç kalmışım" dedi. Rıza, cebinden bir kağıt çıkardı; "Yarın sinemaya gidiyoruz yenge daha çok kızacak hahah" diyerek elindeki sinema biletini gösterdi. Bilet üç kişilikti. Necmi, hayır diyemeyen bir insandır. Gözleri doldu; "ben gelmesem daha iyi olur" derken, ses tonu git gide alçaldı "Ben gelmsdaiy our" gibi bir cümle çıktı ağzından. Sinemaya giderse sevgilisinden yiyeceği fırça geldi gözümün önüne. Başkasının iyiliği için yalan söyleyebilirdim. Patlattım yalanı; " Ben yarın gelemem Rıza, müzik işi çıktı, sizin yengeyi de alıp üçünüz gidin."
Sinemaya gitmediğim için öleceğimi bilseydim, Necmi umurumda olmazdı.


_________________________3.BÖLÜM_________________________





   'CANLI MÜZİK İÇİN GİTARA EŞLİK EDECEK KEMANCI ARANIYOR'
 
      İstanbul'dayken, gitar çalıp şarkı söylüyordum. Mahalleden arkadaşım Veysel, kemanıyla bana eşlik ediyordu. O askere gidince yeni bir kemancı bulmam gerekti. İnternet üzerinden bu ilanı verdim. İki üç gün sonra bir bayan aradı. Konuşuldu, tanışıldı, aşık olundu. Birlikte müzik yapmaya başladık.
 
  Serra'nın iyi keman çaldığını söyleyemem ama çok güzel bir kızdır. Ben ağzımla trompet sesi çıkarıp soloları geçiştiriyordum. Sahnede olduğumuz bir akşam, mikrofondan ona aşkımı ilan edip bir de şarkı armağan ettim. O şarkı ; Bob Dylan-Sara'ydı.  'Serra Serra..Seni sevmek asla pişman olmayacağım tek şey.'
Serra çok etkilendi. Büyük aşkımız, yazdan kalma bir kasım günü böyle başladı.


    Serra'yla beraber iki yıl boyunca, haftanın beş günü canlı müzik yaptık. Evde, sokakta, işte, hep birlikteydik. Asıl sorun, birlikte çok fazla vakit geçirmemiz idi, fakat biz İstanbul'un bunaltıcılığından dem vuruyorduk. Sakin bir yerlere kaçarsak ilişkimizin tekrar canlanacağını konuşur olduk. İkimizde itiraf edemiyorduk ama ayrılığın eşiğindeydik. Frigya tatili, ayrılmamamız için bir fırsattı, biz Frigya tatilinde ayrıldık.

_________________________2.BÖLÜM_________________________



       Babamın gençlik fotoğraflarına bakarsanız, onu Orhan Gencebay zannedebilirsiniz. Öyle çok benziyor, hem görüntüsü hem de sesi. Bağlamaya da Orhan Gencebay'ı çok sevdiği için başlamış, onunla özdeşleştirmiş kendini. Dedem, babamın sırtında iki kez bağlama kırmasına rağmen, o para biriktirip üçünü bağlamasını da almış. Dedem de sıkılmış olacak ki; "Ne halin varsa gör senden adam olmaz" demiş.
Keşke üçüncü bağlamayı da sırtında kırsaymış.


     Oğlan çocuğu babasını örnek alır derler.
Abim de babamı örnek alıp bağlama çalmayı öğrenmişti. Sekiz yaşındaki velet mihriban çalıyordu. Babam, gururla abimin başını okşuyor sonra bana dönüp ; "Hanimiş minik oğlumun pipisi" diyordu. Abimle aramızda iki yaş vardı ama o bağlamayı öğrendikten sonra adeta on yaş fark atmıştı. Ben de bağlama öğrenmeye ant içtim. Neyse ki müzisyenlik, genlerimizde vardı  da kısa sürede öğrendim. Yine de akraba ortamında, darbuka çalıp pipimi gösteriyordum. Bağlama çalmaktan bir yol olmayacağına kanaat getirince, kendimi gitara verdim. İçimdeki müzik aşkı, günden güne büyüdü ve müzisyen oldum.

________________________________1.BÖLÜM____________________________

         Farkına bile varmadan yaptığımız tercihler, o ufacık nüanslar, hayat hikayemizi bambaşka yerlere sürükleyebiliyor. Abim bağlama çaldığında, onu kıskanmak yerine kalkıp iki oynasaydım müzik işine hiç bulaşmazdım. Böylelikle Serra'yla tanışmamış olurdum, Frigya tatili gerçekleşmezdi ve Mualla ablanın 'rakı adabı' zırvaları yüzünden yaşamımı yitirmezdim. Ya da o gün Rızalarla sinemaya gitseydim, Mualla ablaya yalan söylemeyi becerebilseydim, ne bileyim Serra'ya Bob Dylan'ın şarkısı yerine sevdan bir ateş çalsaydım, Orhan Gencebay hiç meşhur olmasaydı. Bunların hiç biri olmazdı. Olur muydu ?




    Gözlerimi hastanede açtım. Rıza ve Necmi başımdaydı. Dört saattir uyuyormuşum.
Rıza; "Ulan ufacık meyve bıçağı yüzünden ne yaygara çıkardın be" dedi.
Sanırım olayı kafamda büyütmüşüm. Vücuduma, bıçağının ucu girmiş, eh birazcık da kanatmış.
"Canı tatlıdır benim kardeşimin" dedi Necmi. "Mualla'ya ne oldu ?" diye sordum.
"Ah O Mualla'yı sandala atıp çatara patara yapıştıracaksın" deyip kahkahalara boğuldu Rıza.
Mualla, karakolda ifade vermiş sonra da salmışlar. Bir daha ağzıma alkol sürmem diye tövbeler ediyormuş.
Hastaneden çıktığım gibi pılımı pırtımı toplayıp İstanbul'a döndüm. İlk bulduğum burger king'e girdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder