29 Mayıs 2016 Pazar

Fakat Müzeyyen !

Güzel günler de göreceğiz elbet

İlkbahar aylarına bayılırım. 
Doğa canlanır, hava ısınır, içim kıpır kıpır olur.
Fakat bu sene hava bir türlü ısınmadı. 
Sıkıcı bir çarşamba günü, tahta penceremden gri bulutlarla kapalı gökyüzünü seyrediyordum. 
Hayatımın en güzel haberini alacağımdan habersiz, acı acı çalan skype sesiyle irkildim.


Arayan Müzeyyen'di.
'Dağınık saçlarına, şişmiş kırmızı gözlerine rağmen çok güzel görünüyorsun.' 
diyecek kadar yakınlığımız olmadığından; 'Nasılsın Müzeyyen ?' dedim.
'İyi değilim Refik ya sevgilimle ayrıldık.' dedi.
Sonunda bahar gelmişti işte. 
Müzeyyen benden teselli bekliyor, ben ise kamerada görünmeyen alt tarafımla dans ediyordum.
Onu keyiflendirmek için, 4 baslı oyuncak akordeonumla Yann Tiersen şarkıları çaldım.
Yarım saat sonra derdini unutmuş, o da bana eşlik ediyordu.
Bir ara sessizlik oldu.
Benden hoşlanmış gibi bakıyor, içimi eritiyordu.
'Refik hafta sonu İstanbul'a gelsene.' 
'Gelmeyi çok isterim.. Duruma göre bakalım.. Haberleşelim.' diyerek skype'i kapattık.
15 dakika sonra uçak biletimi almış, en güzel gömleklerimi çamaşır makinesine atmıştım.

Perşembe günlerini sevmiyorsam, sebebi sensin Müzeyyen !
Ertesi gün, vücudumun alışkın olmadığı dozda salgılanan serotonini, motosikletimin gaz koluna aktardım. 
Dağ, bayır, deniz kıyısı gezerek mavi köpüklü hayaller kurdum. 
Her zaman dert yakındığım uçurum kıyısında, bu defa mutluluktan kafayı yiyecek gibiydim.
Dandik termosumda ikisi bir arada kahve, elimde kitabım ile deniz manzarasında akşam ettim.
Müzeyyen'i çok mutlu edecektim, elimdeki kitabın da dediği gibi;
'Korkma Ben Varım! '
Bundan sonra hep yanında olacağım.
Yani, umarım.


Eve gelince Müzeyyen'e mesaj attım. 
Hafta sonu işlerimi iptal ettiğimi, halen arzu ediyorsa İstanbula'a gelebileceğimi bildirdim.
Valizimi hazırlamaya koyuldum.
Hohner sol majör mızıkamı ona hediye edince ne kadar mutlu olacağını düşünüp mutlu oldum.
Müzeyyen 23.49'da aradı.
Yine aynı sebeplerden, sesinin bana huzur verdiğini söyleyemedim.
Ama o çok şey söyledi.
Yeni biriyle tanıştığını, hafta sonu birlikte konsere gideceklerini,
Çocuğun çok tatlı bir korno sanatçısı olduğunu,
Nihayet hayatının aşkını bulduğunu söyledi.
Bizim planı bir süre ertelemenin sorun olup olmayacağını sordu.

'Sen de benim hayatımın aşkısın' demenin bir manası yoktu.
'Seni mutlu gördüğüm için sevindim.' dedim. Vedalaştık.
Telefonu kapatınca ilk olarak Google'dan kornonun ne olduğuna baktım.
'Ulan kornocu çocuk iki gün geç çıksaydın karşısına be!'

Hafta sonunu uçurum kıyısında dert yakınıp Müzeyyen Senar dinleyerek geçirdim.
Fok balıkları bulur da mutlu olur diye mızıkayı denize attım.
Güzel günler de görecektik elbet !
Yani, umarım.

15 Mart 2016 Salı

Mektuplar




                                                           15 Mart 2016
Merhaba Cancağızım,                                                       


Bugün günlerden salı. Çarşamba olsa ne değişirdi sanki.

Bir zamanlar, seninle birlikte vakit geçirmek için hafta sonunu iple çekerdik.
Şu an iple çektiğim tek şey, mahalle bakkalından sipariş ettiğim malzemeler.
Evet dedemden öğrendim sepete ip bağlayıp, camdan sarkıtarak malzeme çekmeyi. 
Buhrandayım meleğim.
Hayır ayrılmamıza sebep olan Burhan itinden bahsetmiyorum(şeytan görsün onun yüzünü) buhrandayım, bitmiş bir vaziyetteyim yani.
Kimseyle görüşmek istemiyorum.
Her gece bir başka yalnızlıkla ben, yaşıyorum eski günleri yeniden. 
Farkındayım daha 4 ay oldu ayrılalı. Fakat bana 40 yıl gibi geliyor. Dedeme benzedim diyorum, 86 yaşındayım. Öksürüp tıksırıyorum. Bazen de camdan, sokaktaki kedilere tıslıyorum. Martmış, sanki çok bir bok. Biz burada aşk acısı çekerken kediler alem yapsın yok ya.
Burhan demişken; on yıllık dostumu bir kalemde sildim. Ayrılmamıza sebep olduğu için acımadım en yakın dostuma. Senin için karaktersiz bir adam oldum.
Her istediğini yapmaya hazırım.
Ne olur affet beni meleğim.
Beni her yerden engellemişsin. O yüzden sana mektup yazmak zorunda kaldım. 
Ama sevdim bu işi, nostaljik bir duygusu var. Ayrıca mektubun köşesine, uhuyla saç telimi yapıştırdım. Elektronik olarak yazsaydım benden bir parçayı sana nasıl yollayacaktım. 
Sevdiceğim, kafamda sürekli ince telde gezinen keman sesi var.
İç sesim Ferdi Tayfur'un sesiyle konuşuyor. Benim gibi sevenler, sevip sevilmeyenler.
Kurtar beni yoksa aşırı derecede acı çekmekten duygularımı kaybedeceğim. 
Kaybetmeyeyim duygularımı, seni.
Kaybetmeyeyim kendimi.
Olmaz mı ?

Rasim Gönlübol

__________________________________________________________________










                                                     18 Mart 2016
Merhaba Cancağızım,                                 


Ayşe'den alıyorum haberleri. Mektup olayı sanırım hoşuna gitmiş. 

"Salak bu çocuk yeeaaa" demişsin. Bu iyiye işaret. 
Çünkü; "Salakım benimmm" diye severdin beni.
Hız kesmeden yazmaya devam ediyorum.
Seni çok seviyorum. Ama şimdi bundan bahsetmeyeceğim. Burhan itinden bahsedeceğim.
"Kanki Zeynep yengeyle ayrıldınız mı, snapte boyuna öpücüklü videolar çekiyor" deyince kan beynime sıçramıştı. Snap'in ne olduğunu da bilmiyorum.
Ne öpücüğü, kime atmış diye sormadan direkt seni aradım biliyorsun.
"Kırarım senin telefonunu, o snapleri sileceksin" diye bağırdığımda verdiğin cevabı asla unutamayacağım;
" Rasim zaten 10 saniye sonra siliniyor her şey."
O an yerine dibine girmeyi istedim ama olmadı. 
Meleğim ne çekmiştin, Burhan ne gördü bilemiyorum ama inan ki umurumda değil. 
Dön geri lütfen. 
Her saniye snap çek, scorp çek, sesimi çıkarmayacağım.
Bugün ilk defa dışarı çıktım. Bir şeyler aldım sana. Sürprizi beğenecek misin bakalım :)
Gözlerim uykuyla barıştı sanma, sen gittin gideli dargın sayılır.
Ama hissediyorum yakında tekrar eski günlerimize döneceğiz.
Seni seviyorum meleğim.

Rasim Gönlübol
_________________________________________________________









                                                         21 Mart 2016
Ulan Kitapsız,


Sen nasıl sevgili yaparsın ya !!!

Bize nasıl kıyarsın !!!
Sen kimsin ya !!!
Yazıklar olsun be!!
Sana verdiğim zamana, sana verdiğim değere yazık !!
Öğrenemem sandın di mi, rahat rahat gezecektin demek yeni manitunla.
Salak mıyım ulan ben ? Yer miyim bunları ? Ayşe anlattı her şeyi.
"Başlayacam bunun mektuplarına, bir de Snapchat rainbow efektli fotoğraf çekinip, onu tablo yaptırıp yollamış gerizekalı" diyerek tablomu dizinle ikiye bölmüşsün.
Ulan ben o tabloya 80 lira para verdim Allahsız, nasıl yaptın bunu.
Sen çok değişmişsin Zeynep !
Ayşe'den bunları duyunca tam anlamıyla yerin dibine çakıldığımı hissettim.
Ama yanılmışım. 
Ardından da sevgilin olduğunu söyledi. 
Daha ne kadar kötü olabilir derken bunu da duydum evet.
Yerin dibinden, mağmaya geçtim mağmayaaaa!
Ama sen ne anlarsın insanın duygularından be!
Sen ne bilirsin aşk acısı nedir!
Şimdilik güzelsin her şey seninle ama unutma yıldızlar da kayar durmaz yerinde !
Sidikli!
Lanet olsun sana!
Haram zıkkım olsun 80 lira!
Burhan'la içmeye gidiyorum.
Sonsuza kadar elveda!!!


Rasim Gönlübol



15 Nisan 2014 Salı

Nefret

"Katmer katmer gül açar gönlümde, hani gülüşün var ya! Evet sevgili dinleyenler, Füsun Önal sizler için söylüyor ve bu şarkıyla sizlere veda ediyorum. Bahar yorgunluğuna dikkat edin, bol bol c vitamini tüketin. Aşk dolu, neşe dolu bir gün geçirmeniz dileğiyle, ben Cengiz Bitap, bugünlük bu kadar, hoşça kalın"



   Lanetli mikrofon bana neler söyletiyor. Bu söylediklerimin hiç birini arzulamıyorum. Kimse neşeli olmasın, aşkı da bulamasın. Üç kağıtçı, iki yüzlü pislik insanlar. Geberin !

    İki saatlik eziyet dolu programın ardından radyodan ayrıldım. Konuşmaktan ağzım kurumuştu. Dışarıda yağmur yağıyordu. Arınmak için şemsiye açmadım. Yağmur suyu üzerimden akıp giderken beni temizliyordu. Başımı gökyüzüne kaldırarak yağmur suyu içmek için ağzımı açtım.
"Cıvölfff!!"
Otuz altı aylık araba taksitinin, henüz altıncı ayında olduğunu tahmin ettiğim bir adam arabasıyla yanımdan hızla geçti. Saf yağmur suyuyla arınan bedenime, çamurlu suyu boca etti. İnsanları sevmek için ne kadar uğraşsam olmuyordu. Herkesten nefret ediyordum. "Araban patlasın pezevenk!"
"Paaaaatttt!"
Enseme inen şaplağın sahibi, yandaki barın sahibi Bülent Ağabeydi. Kırk iki yaşındasın be adam, biraz yaşının adamı ol.
"Cengo gel sana bira ısmarlayayım"
"Yok ağabey programdan çıktım yorgunum eve geçip yatacağım."
"İyi hadi siktir git."
Ulan, insan nezaketen ısrar eder, hayvan herif. Bar üstüne çökse de kurtulsak senden.
Ellerim cebimde yürümeye koyuldum. Sokağın köşesinden döndüğümde yağmur şiddetini arttırmıştı.
"Aşkımmm"
Bana kimse aşkım diye seslenmez. İstifimi bozmadan yürümeye devam ettim.
"Aşkım beklesene"
Bu kadar güzel bir sesin sahibi beklenmez mi arkadaş, ne hıyar adamlar var.
"Ya Cengiz dursana"
İsmimi duyduğum an durdum. Arkamı döndüm. Kızın seslendiği hıyar bendim. 'Bu kadar güzel olmanız bana aşkım diye seslenme özgürlüğünü vermez küçük hanım' diye cümlemi hazırladım.
"Buyurun" diyebildim. Çünkü bu kadar güzel bir kız, bana it muamelesi yapmayı bile hak ediyordu. Gözleri pırıl pırıldı. Kahretsin iki haftadır duş almadım ya seks olursa. Bir martı gibi süzülerek yanıma yaklaştı. Bu kız sevgilim olursa ben bununla kesin evlenirim, doğacak çocuklarımız dünya tatlısı olurlar.
"Selfie çekinelim mi Cengo, hadi kırma beni." dedi. Selfie çekindik. Kızın yanına çöp bidonu koysanız daha çok yakışırdı. Teşekkür edip gitti. İnsanlardan, yaşamaktan nefret ediyordum.


   Otobüs durağına yürüdüm. Donuma kadar ıslanmıştım. Yeşil belediye otobüsünün yaklaştığını görünce sigaramı hızlı hızlı çektim. Ben onu içiyordum, o da benim derimi emiyordu. Aramızda seviyeli bir ilişki vardı. Duman gözümü yaktı, otobüse tek gözü kapalı bindim. Kovboy edasıyla en arkaya geçip oturdum. Üzerimdeki sigara kokusu ve kasvet tüm otobüsü kaplamıştı. Yolcular tek tek inmeye başladı. En son ben indim.

Yağmur, hala yağıyordu. Eve yaklaşmıştım. Işıklardan karşıya geçerken bir başka taksit meraklısı piç üstüme su sıçrattı.

 "Araban patlasın pezevenk!"
"Paaaatttt!"
Üst komşum Ahmet ağabey, apartmanın dış kapısını çarptı. Yine neye dellendiyse bu gerizekalı.
"İyi günler Ahmet ağabey." Hızlı adımlarla yanımdan geçip gitti. İnsan bir selam verir öküz herif.
"Hayatımmmm"
Bana kimse hayatım diye seslenmez.
"Hayatım bana baksana"
Bu kadar çirkin bir ses, bana seslenmesin zaten.
"Ahmetçim ne var bunda bu kadar büyütecek"
Ahmet'in karısı Nalan abla cama çıkmış bağırıyor. Ahmet'in neye dellendiği belli oldu.
'İyi günler Nalan abla' diyecektim ki vazgeçtim. Ne gerek var insanlarla muhatap olmaya.
Apartmana girdim, kapıyı hafifçe çektim.

15 Mart 2014 Cumartesi

Mualla'yı sandala atıp ruhunda hicranını söyletme hikayesi

_________________________5.BÖLÜM_________________________




"Akşama işin var mı delikanlı sana sardalye pişireyim ?"
"İşim yok abla gelirim."
 Ben yalan söylemeyi pek beceremem. Sevgili patronumun bu sorusuna da yalan söyleyemedim.
Patronum Mualla abla, özünde pamuk gibi kadındır ama iki kadeh içmesin. Yüz seksen derece döner. Yanakları pancar gibi kızarır, agresifleşir. Balığın yanında, rakı içeceğini bildiğimden evine gitmek istemiyordum ama yalan söyleyemedim işte.
Akşamleyin mekanı kapatıp Mualla ablanın evine gittik. Sofrayı kurdu, balıklar geldi ve son olarak da yetmişlik rakıyı "taak" diye masaya bıraktı.Yemeğin sonlarına doğru; "Ay humusu getirmeyi unutmuşum" diye telaşla mutfağa koştu. Biraz sonra elinde humusla döndü. Humusu masaya bıraktı. Rakılara baktı, bana baktı, bir daha rakılara baktı. O an, kötü bir şey olacağını hissettim.

"Rakıya, iki tane buz koyulmaz demedim mi sana Ahmet , rakı içmenin bir adabı var !"
" Cuffffff ! "
 Mualla abla, ani bir hareketle masadaki bıçağı alıp, böğrüme taktı. Rakısı batsın mendebur karı, bu sebepten adam mı bıçaklanır.
" Tek buz koyunca ağır oluyor, içemiyorum abla" diyebildim. Kanlar içinde yere yığıldım. Görüntü bulanıklaştı, geçmişim berraklaştı. Hayatımın detayları arasında gezerken, bu duruma düşmemin sebeplerini düşündüm.

________________________4.BÖLÜM_________________________


       2012 yazında, Serra'yla birlikte tatil yapmak için sakin bir yer arıyorduk. İnternetten Frigya'yı buldum. Sessiz sakin.. Tatilciler tarafından henüz harap edilmemiş sevimli bir sahil kasabasıydı. Sevgiliyle gidilebilecek yerlerin başında geliyordu. "Sevgilim buraya gidelim mi ?" dedim. Serra'nın mutluluktan gözleri parladı; "Ayy çok güzelmiş gidelim hayatımm." Aşkımızı canlandıracak Frigya tatiline gittik.


      "Hayatım hani yemek yiyecektik, hem bu sıcakta çay mı içeceğiz ?" diye çıkıştım Serra'ya.
Frigya'ya geleli iki gün olmuştu. Hava kırk dereceydi. Denizden çıkıp öğle yemeği yemek için çarşıya gelmiştik. Serra, 'Zebercet' isimli bir kahvehanenin önünde durmuş, oraya oturmamız için ısrar ediyordu.
"Ama baksana sevgilim,  Bob Dylan-Sara çalıyor, bizim şarkımız."
Evet bu bizim şarkımızdı. Onu kıramadım, oturduk. Zebercet kahvehanenin sahibi Mualla ablayla, o gün tanıştık. Muhabbeti tatlı bir kadındı. Bir haftalık tatilimizde, her akşam Zebercet'e oturduk. Mualla ablayla, kısa sürede samimi olduk. Frigya'yı da çok sevmiştim.
"Serra burada yaşayalım mı ?"
"İleride bir gün kesinlikle buraya taşınalım sevgilim."
"Hayır ben şimdiki zamandan bahsediyorum, İstanbul'u bırakıp buraya yerleşelim."

Sessiz sakin yerlerin hastası olan sevgilim, bir anda metropol canavarına dönüştü;
"Ahmet, burada burger king yok, alış veriş merkezi yok nasıl yaşayacağız, emekli olunca yerleşiriz."
"Dandik barlarda müzik yapan insanlarız Serra nereden emekli olacağız! Sigorta primin kaç gün yattı söylesene!" diye bağırdım. Tartıştık. Ben Frigya'da kalmaya karar verdim. Serra beni terk edip gitti.
Tek gözlü bir ev kiraladım. Mualla abla beni garson olarak işe aldı.
 
     İstanbul'un hızlı yaşamından sonra, Frigya'da yaşamak olağan üstüydü. Gündüz, çay kahve taşıyor, haftada üç gece de canlı müzik yapıyordum. Azıcık aşım belasız başımdı. Çalışmadığım akşamlarda, balıkçı Rıza ve kılıbık Necmi'yle oturup sanattan, siyasetten, evrenden konuşuyorduk. Sohbetlerimiz, Rıza'nın bana ithaf ettiği Oktay Rıfat şiiri ile bitiyordu;
'Sen balık değilsin ki!'

       Mualla ablanın, böğrüme bıçak takmasından bir gün önce, çocuklarla buluşmuş teknede oturuyorduk. Bol kahkahalı sohbetimiz, Rıza'nın şiire başlamasıyla son buldu. Şiiri duyunca ayaklandık. Necmi, kol saatine baktı; "Yengeniz kızacak ya, geç kalmışım" dedi. Rıza, cebinden bir kağıt çıkardı; "Yarın sinemaya gidiyoruz yenge daha çok kızacak hahah" diyerek elindeki sinema biletini gösterdi. Bilet üç kişilikti. Necmi, hayır diyemeyen bir insandır. Gözleri doldu; "ben gelmesem daha iyi olur" derken, ses tonu git gide alçaldı "Ben gelmsdaiy our" gibi bir cümle çıktı ağzından. Sinemaya giderse sevgilisinden yiyeceği fırça geldi gözümün önüne. Başkasının iyiliği için yalan söyleyebilirdim. Patlattım yalanı; " Ben yarın gelemem Rıza, müzik işi çıktı, sizin yengeyi de alıp üçünüz gidin."
Sinemaya gitmediğim için öleceğimi bilseydim, Necmi umurumda olmazdı.


_________________________3.BÖLÜM_________________________





   'CANLI MÜZİK İÇİN GİTARA EŞLİK EDECEK KEMANCI ARANIYOR'
 
      İstanbul'dayken, gitar çalıp şarkı söylüyordum. Mahalleden arkadaşım Veysel, kemanıyla bana eşlik ediyordu. O askere gidince yeni bir kemancı bulmam gerekti. İnternet üzerinden bu ilanı verdim. İki üç gün sonra bir bayan aradı. Konuşuldu, tanışıldı, aşık olundu. Birlikte müzik yapmaya başladık.
 
  Serra'nın iyi keman çaldığını söyleyemem ama çok güzel bir kızdır. Ben ağzımla trompet sesi çıkarıp soloları geçiştiriyordum. Sahnede olduğumuz bir akşam, mikrofondan ona aşkımı ilan edip bir de şarkı armağan ettim. O şarkı ; Bob Dylan-Sara'ydı.  'Serra Serra..Seni sevmek asla pişman olmayacağım tek şey.'
Serra çok etkilendi. Büyük aşkımız, yazdan kalma bir kasım günü böyle başladı.


    Serra'yla beraber iki yıl boyunca, haftanın beş günü canlı müzik yaptık. Evde, sokakta, işte, hep birlikteydik. Asıl sorun, birlikte çok fazla vakit geçirmemiz idi, fakat biz İstanbul'un bunaltıcılığından dem vuruyorduk. Sakin bir yerlere kaçarsak ilişkimizin tekrar canlanacağını konuşur olduk. İkimizde itiraf edemiyorduk ama ayrılığın eşiğindeydik. Frigya tatili, ayrılmamamız için bir fırsattı, biz Frigya tatilinde ayrıldık.

_________________________2.BÖLÜM_________________________



       Babamın gençlik fotoğraflarına bakarsanız, onu Orhan Gencebay zannedebilirsiniz. Öyle çok benziyor, hem görüntüsü hem de sesi. Bağlamaya da Orhan Gencebay'ı çok sevdiği için başlamış, onunla özdeşleştirmiş kendini. Dedem, babamın sırtında iki kez bağlama kırmasına rağmen, o para biriktirip üçünü bağlamasını da almış. Dedem de sıkılmış olacak ki; "Ne halin varsa gör senden adam olmaz" demiş.
Keşke üçüncü bağlamayı da sırtında kırsaymış.


     Oğlan çocuğu babasını örnek alır derler.
Abim de babamı örnek alıp bağlama çalmayı öğrenmişti. Sekiz yaşındaki velet mihriban çalıyordu. Babam, gururla abimin başını okşuyor sonra bana dönüp ; "Hanimiş minik oğlumun pipisi" diyordu. Abimle aramızda iki yaş vardı ama o bağlamayı öğrendikten sonra adeta on yaş fark atmıştı. Ben de bağlama öğrenmeye ant içtim. Neyse ki müzisyenlik, genlerimizde vardı  da kısa sürede öğrendim. Yine de akraba ortamında, darbuka çalıp pipimi gösteriyordum. Bağlama çalmaktan bir yol olmayacağına kanaat getirince, kendimi gitara verdim. İçimdeki müzik aşkı, günden güne büyüdü ve müzisyen oldum.

________________________________1.BÖLÜM____________________________

         Farkına bile varmadan yaptığımız tercihler, o ufacık nüanslar, hayat hikayemizi bambaşka yerlere sürükleyebiliyor. Abim bağlama çaldığında, onu kıskanmak yerine kalkıp iki oynasaydım müzik işine hiç bulaşmazdım. Böylelikle Serra'yla tanışmamış olurdum, Frigya tatili gerçekleşmezdi ve Mualla ablanın 'rakı adabı' zırvaları yüzünden yaşamımı yitirmezdim. Ya da o gün Rızalarla sinemaya gitseydim, Mualla ablaya yalan söylemeyi becerebilseydim, ne bileyim Serra'ya Bob Dylan'ın şarkısı yerine sevdan bir ateş çalsaydım, Orhan Gencebay hiç meşhur olmasaydı. Bunların hiç biri olmazdı. Olur muydu ?




    Gözlerimi hastanede açtım. Rıza ve Necmi başımdaydı. Dört saattir uyuyormuşum.
Rıza; "Ulan ufacık meyve bıçağı yüzünden ne yaygara çıkardın be" dedi.
Sanırım olayı kafamda büyütmüşüm. Vücuduma, bıçağının ucu girmiş, eh birazcık da kanatmış.
"Canı tatlıdır benim kardeşimin" dedi Necmi. "Mualla'ya ne oldu ?" diye sordum.
"Ah O Mualla'yı sandala atıp çatara patara yapıştıracaksın" deyip kahkahalara boğuldu Rıza.
Mualla, karakolda ifade vermiş sonra da salmışlar. Bir daha ağzıma alkol sürmem diye tövbeler ediyormuş.
Hastaneden çıktığım gibi pılımı pırtımı toplayıp İstanbul'a döndüm. İlk bulduğum burger king'e girdim.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Tonton


  

       Temmuz ayının ortalarında, hava neredeyse kırk dereceydi. Ekmek parası işte, çalışıyoruz. Veysel tef çalıyor, ben dans ediyorum. Milleti eğlendirerek paramızı kazanıyoruz. Mahalle etrafımıza toplanmış, heybetli cüsseme rağmen nasıl bu kadar kıvrak olabildiğimi konuşuyorlardı. "Yetenek işte bacanak."
Köşe başında bir kız gördüm. Kalabalığı yararak bana doğru yaklaşıyordu. Kızın, kırmızı dudakları dışında her şey, siyah-beyaz oldu bir anda. Yaklaştıkça saçları sarardı, gözleri bal rengine döndü. Ben balı çok severim. Yanaştım kıza. Ayıldım, bayıldım, tüm hünerlerimi sergiledim. Güzelliği, bir gülmek tuttu. Gülmeye başlayınca tekrar renklendi hayat. Dayanamadım, pat yapıştım dudaklarına. Kesmedi tabi, afedersiniz biraz erotik kaçacak; yalamaya başladım kızın yüzünü, kollarını. Bir grup piç; "Nasıl lan tatlı mı" diye benimle alay ediyordu. Biraz önce zevkten dört köşe olan kalabalık, panik içinde bağrışıyordu;
"Eyvaah, ayı yicek gül gibi kızı". Veysel, ardıç ağacından sopasıyla bana vurmaya başladı, bir yandan da burnumdaki halkadan çekiştiriyordu. "Tonton bırak kızı, çekilsene aayvan".
Canım çok acıdı. "Ne yani ayıyım diye aşık olamaz mıyım? " diye bağırdım. Kızı kollarımdan aldılar. Sopanın acısıyla, aşk acısı birleşince bayılmışım. Veysel, yüzüme kovayla su çalınca kendime geldim. Ağzıma deri kayış takılmış, hayatımın aşkı gitmişti.


       İşte o günden beri gıcığım Veysel'e. Fırsatını bulduğum an, onu paramparça etmeye ant içtim. Tabi Veysel temkinli davranıyordu. Ağzımdaki deri kayışı çıkarmaz oldu. Yine de Veysel salak biridir, elbet fire verecekti.
       Kadıköy civarında sanatımızı icra ederken, Veysel komutu verdi; "Aamamda karılar nasıl bayılır tonton göster bakem abilere". Bayıldım. " Aaaadi şimdi de ayıl ". Ayılmadım. " Ayıl tonton ayıl " diye bağırdı. Yerde sırt üstü yatıyordum. Nefesimi tuttum. Veysel, kafasını göğsüme koydu. Nefes almadığımı anlayınca telaşlandı. "Sunni teneffüs yap abi, ayı kalp krizi geçiriyo" dediler. Dedim ya; Veysel salak biridir. Ağzımdaki deri kayışı çıkardı. Beklediğim an gelmişti. Veysel, bana hayat vermek maksadıyla dudaklarıma doğru eğildi.

  Yaşanan vahşeti anlatıp, sizde kötü bir imaj bırakmak istemiyorum. Sonuçta ne yaptıysam, aşk acısından yaptım. Aşk için yapılan her şey mübahtır. Değil mi ?

13 Şubat 2014 Perşembe

Deniz Kabuğu



     
       Ben Ercüment Münasipoğlu. Mütevazi konuşmam gerekirse; dünyanın en iyi piyanistiyim.
"Böyle bir yetenek, yüz yılda bir gelir" derler ya , işte bu yüz yıl için gelen yetenek benim.
24 yaşımdayım. İlk aşkım çoktan evlendi, ben yalnızım.
Mezarının nerede olduğu bilinmeyen Mozart kadar yalnızım.
Çamaşır makinesi üreten bir fabrikada çalışıyorum. 'Çalışıyordum' desem daha doğru olur.
Çünkü; müzisyen kimliğime yakışmayan işimden, bugün istifa ettim.
İstifamı verip, fabrikadaki kutulardan birinin içine saklandım. Kendimi güzelce paketlettim.
Makinelerle birlikte beni de kamyona yüklediler. Diğer kutularla birlikte şehirde indirildim.
Sürüne sürüne şehrin göbeğine kadar geldim.
Lami cimi yok, ya birileri beni fark edip; "senin yerin burası değil" diyecek ya da bu kolinin içinde öleceğim.

Kimsenin umursamadığı bir yetenek neye yarar ?
Kimsenin umursamadığı bir insan olarak yaşamanın ne manası var ?
*************


5 nisan 1995

  " Kasım yüz elli yaz belli, tatile gidiyoruz abeci ". Şaaaaakkk!
Ercüment, ensesine inen şaplakla irkildi. Şaplak atan babasının yüzünde güller açıyordu.
Metin Münasipoğlu zaten güleç bir adamdı, fakat tatile gidileceği zaman, patates suratında bambaşka bir gülüş peydah oluyordu. Bıyıkları tüm yüzünü kaplıyor, yüzündeki kırışıklıklar adete birbirine tutunarak çenesine kadar iniyordu.
" Yaşasın, aslan babam. "
Üç kişilik çekirdek aile, eşyalarla birlikte arabaya doluşup, dedesinin Ayvalık'taki evine doğru yola çıkıtlar.
-------------------------

     "Ercü gel annem bir şeyler ye." diye bağırdı Cevriye Münasipoğlu.
Metin bey de eliyle gel işareti yapıp kahkahayı patlattı; "Denize girdi mi çıkmak bilmiyor kerata".
Ercüment, diğer çocuklar gibi haytalık yapmaz, denizde bağdaş kurup otururdu sadece.
Dalgaların ve rüzgarın sesinde, şarkılar duyduğunu iddia eder, saatlerce oturup rüzgar senfonisini dinlerdi.
"Lan gelsene tostun soğuyacak" diye bağıran babası yüzünden, senfonisi ikinci kez bölündü.
Kalkıp denizden çıktı. Kurulanmadan tostunu yemeye başladı.
Ağzına bulaşan mayonezi elinin tersiyle silip dedesine sordu; "Dede bana ud çalmayı öğretir misin? "

Dede Reis Bey, 1985'te eşini kaybedince kendini ud çalmaya adamış, eşi Gülizar hanımdan sonra hayat arkadaşı, ceviz ağacından udu olmuştu. Ayvalık belediyesinde ud dersleri veriyordu. Torununun bu isteği karşısında göğsü kabardı; "Kimin torunu be, öğretirim tabi balam. "

O akşam ilk derse başlandı. Tam anlamıyla fiyasko. Koskoca Udi Reis'in torunu nasıl bu kadar yeteneksiz olabilirdi. Onu kırmamak için o gece bir şey söylemedi.
 "İlk gün için bu kadarlık yeter paşam, dört ay sonra benden daha iyi çalacaksın meraklanma"
-----------------

5 temmuz 1995

Tatil başlayalı üç ay olmuştu. Ercüment her akşam, Ayvalık'ın en iyi ud hocasından ders almasına rağmen, tek bir şarkı bile çalamıyordu. "Dede ben yeteneksiz miyim ?"
Reis bey torununu incitmek istemiyordu fakat ondan ümidi kesmişti.
"Paşam belki de başka bir enstruman çalmalısın"
O esnada Metin Münasipoğlu, elinde rakı ve balıkla içeri girdi.
"Baba oğul bu yetmişlik rakıyı bitirebilir miyiz dersin Reis Bey "
"Deniz kıyısında içersek neden olmasın."


Arabaya atlayıp sahile gittiler. Metin mangalı yakıyordu. Cevriye hanım çilingir sofrasını hazırlamaya koyuldu. Reis Bey de udu kılıfından çıkardı. Rakısından bir yudum aldı ve Metin'in en sevdiği şarkıyla açılışı yaptı.
"Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime"

Hepsinin ilk aşkı aklına gelmiş olacak ki şarkı bitmesine rağmen kimseden ses çıkmıyordu.
Aşkın ne olduğunu henüz bilmeyen Ercüment bozdu sessizliği.
"Dede bende bir şarkı çalabilir miyim?"
Reis Bey Ercüment'i nasıl kırabilirdi. Gülümseyip udu torununa verdi.

Ercüment derin bir nefes aldı. Ud'un tellerine gelişigüzel vurdu. Bir iki tane insanın yüreğine ok gibi saplanan nota bastı. Ardından şarkıya girdi. Bir anda parmaklarını takip etmek imkansızlaştı.
 kürdili hicazkar longa'yı öyle bir çaldı ki, tüm aile şoke oldu.
Şarkı bittiğinde Reis Bey ayakta alkışladı. "Boynuz kulağı geçti helal paşam"
Metin'in kırışıklıkları arasından göz yaşları süzülüyordu. "Afferin benim oğluma"


      Ertesi akşam evde ud dersi yaparken Ercüment yine üç notayı yan yana getirip, bir akor oluşturamıyordu.
'Deniz kıyısında ud çalanla, bu geri zekalı aynı kişi mi' diye düşündü Reis Bey.
Ercüment göz yaşlarına boğuldu; "Duyamıyorum dede"
Reis Bey, torununun; 'Denizdeyken şarkılar duyuyorum' dediğini hatırladı.
Salondan dev bir deniz kabuğu getirip Ercü'nün kulağına dayadı.
"Şimdi duyuyor musun ?"
"Evet"
"Çal öyleyse"
Ercüment, kulağında deniz kabuğu, elinde uduyla şarkıya girdi. 6 yaşında minik bir virtiözdü.
Reis Bey deniz kabuğunu torununa hediye etti; "Herkesin bir ilham perisi vardır bu da seninki."
İşte Ercüment'in müzisyenlik hayatı böyle başladı.



**************

Hayat bilgisi, matematik, türkçe..
İlkokulu, Eskişehir'in standart bir okulunda okudum. Daha sonra güzel sanatlara başladım. Okulda, kulağında koca bir deniz kabuğuyla gezen biri olarak epeyce yadırganıyordum. Zaman geçtikçe, her şeye alışıldığı gibi bana da alışıldı. Hatta okulda efsane bile olmuştum. Kızlar, kulağında deniz kabuğuyla gezen bu gizemli çocuğu tanımak için can atıyordu.
"Benim ilham perim bu deniz kabuğunun içinde tatlım"
"Vuuu Ercüment sen delisin"
Artık deli bir ergendim. Lise yıllarımda iyice cozuttum.
Deli damgası yediğinizde özgürsünüzdür. İster camı çerçeveyi indirin, isterseniz en arka sıraya geçip kimseyle muhatap olmayın, isterseniz de bağıra çağıra şarkılar söyleyin.
Disiplin cezası almamam ise; eşi benzeri olmayan yeteneğimden kaynaklanıyordu. Eskişehir güzel sanatlar lisesinin göz bebeğiydim. Böyle bir yetenek olamazdı. Kesinlikle yurt dışında lisans eğitimi almalıydım.
Aldım da.
*******


18 nisan 2007. Fransa'da İlk konser



Ercüment, son notayı; "piyano işte böyle çalınır" der gibi vurup, gözlerini açtı.
Dinleyiciler, ayakta alkışlıyordu. "Şak..şak..şak..Bravo Monsieur Münasipoğlu."
Bütün Fransa, kulağında deniz kabuğu olan, uzun saçlarından ter süzülen bu Türk'e, dakikalarca alkış yağdırdı. Strasbourg üniversitesine başladığından beri ilk konseriydi. Hocası Madam Aceline ; böyle bir öğrenciye sahip olduğu için ne kadar gururlansa azdı.
İkinci konserinde ise, ne kadar yerin dibine girse az olacaktı.


21 haziran 2007

Ercüment'in tarzı belliydi. Sahneye tek başına çıkar, kulağına deniz kabuğunu tutturur, gözlerini kapatır ve şarkıları doğaçlama çalardı. O çalmaya başladığında zaman durur. Denizden bir meltem eser, gök gürler, karla karışık yağmur yağardı. Sonrası malum alkış kıyamet.
"Hocam ben orkestrayla çalamam, uyum sağlayamıyorum."
Madam Aceline ısrarcıydı; "Ercüment senin gibi yetenekli bir çocuk motosiklet kullanırken bile piyano çalabilir."
Ne yaptıysa Aceline'yi ikna edemedi. Büyük Paris orkestrası Ercüment'in namını duymuş. Onları reddetmek kariyerinin bitmesi demekmiş. Hem de konser yarın, acilen cevap vermesi gerekiyormuş.

Ercüment teklifi kabul etmek zorunda kaldı.
-----------

Ertesi Gün- Fransa'da İkinci Konser

Ercüment ilk iki şarkıyı solo olarak çaldı. Yine alkış kıyamet. Sonra alkışlar orkestra için kaldığı yerden devam etti. Büyük orkestra sahneye çıktıkça Ercüment ter içinde kalıyordu.
Orkestra yerine yerleşti.
'Tchaikovsky piano concerto no:1'
Orkestra şefi Gerard Riva başlangıç işaretini verdi. Trompetler, yaylılar ve Ercüment. Aslında fena bir başlangıç olmadı. Bir süre sonra Ercüment'in kulağı, deniz kabuğundaki sese gitti. Gözleri kapandı.
Orkestra hala piyano konçertosu çalıyor olabilirdi ama Ercüment kesinlikle çalmıyordu.

On dakika sonra , 'piyano işte böyle çalınır' der gibi vurdu yine son notayı. Gözlerini açtı.
Mutlak sessizlik, ölüm sessizliği, donuk bakışlar ve sinirli bir orkestra şefi.
Bayan Aceline yerin dibine girmeye çalışan bir köstebek gibiydi.
***************************




       Koşarak sahneden uzaklaştım. Kulisten fuaye alanına, oradan da bahçeye çıkıp bir sigara yaktım.
"Tanrım ne utanç verici, rezil oldum."
 Utanç içinde kıvranırken omzuma, pamuk kadar yumuşak bir el dokundu, aynı yumuşaklıkta bir sesle;
"Bence piyano konçertosu bu şekilde değiştirilmeli, çok sevdim." dedi.
Arkamı döndüğümde hayatımın ilk aşkını görecektim. ' Scampi ', umut ışığım.


-------------------

24 Mart 2009

"Tatlım saç düzleştiricisini getirebilir misin ?"
Okuldan atılmamın üzerinden iki yıl geçmişti. Ailemin gurur kaynağı olarak bu atılma mevzusunu onlara söyleyemezdim. Scampi'nin evine yerleştim. O da müzisyendi. Sokaklarda müzik yaparak geçimimizi sağlıyorduk.
Ukulele'de dünyalar güzeli Scampi, Ud'da ise bulunmaz yetenek Ercüment.
"Getiriyorum hayatım."
Nefesi, yeni öğütülmüş kahve kadar güzel kokan kadın. Gülüşüyle, beni sıcaktan erimiş asfalta çeviren kadın. Gözlerine baktığımda, daha önce mavi renk görmediğime inandıran kadın.
Büyük aşklar büyük kavgalarla biter.
"Ercüment sen geri zekalı mısın, bu saç düzleştiricisi değil saç maşası !"
Geri zekalı demesini gururuma yediremedim. Son zamanlarda da kendimi iç güveysi gibi hissediyordum.
Scampi'yi , Fransa'yı terk ettim.
------------

05 nisan 2009

Bir hafta içinde pılımı pırtımı toplayıp Türkiye'ye döndüm.
"Vaaay şutunzi piyanist döndün demek huhah"
Bakkal Mehmet abi, okuldan şutlandığımı nereden biliyordu ? Herhalde türkçe bir kelimeyi fransızcaya çevirerek benimle gırgır yapıyor diye düşündüm. Aman ne komik; 'şutunzi'.
"Okul bitti döndüm abi"
"Hahahahah biter tabi, konçerto diye çifte telli çalarsan biter huhaha"
Yüzüm kireç gibi oldu. Bir şey söyleyemeden eve geçtim.
Annem kapıda beni görünce hiç şaşırmadı.
"Hoş geldin oğlum gel, aç mısın bir şeyler hazırlayayım"
Cevabımı beklemeden, yaşam alanı olan mutfağına gitti. Ben de salona yöneldim.
Okuldan atıldığımı bildiklerini, salondaki masanın üzerinde duran gazeteden anladım.

'23 haziran 2007' tarihli gazetede;
'TÜRK PİYANİST, PARİS ORKESTRASINI BATIRDI' yazıyordu.
    Fransa'da okuyan türk öğrenci Ercüment Münasipoğlu(19), dünyaca ünlü Paris orkestrasıyla birlikte piyano konçertosu çalarken, bir anda çifte telli çalmaya başlayınca herkesi şoke etti.
  Orkestra şefi Gerard Riva(46);
"Strasbourg Üniversitesinden Prof.Aceline(29), bu çocuk yüz yılın en iyi piyanisti demişti. Bizde onun saygınlığına güvendik. Dinleyicilerden özür diliyoruz, orkestramızda bir daha böyle bir durum olmayacak' açıklamasında bulundu.
Strasbourg Üniversitesi ise; "bahsi geçen öğrenci okulumuzdan atılmıştır" diye açıklama yaptı.
********************


    Haberi okurken Ercüment'in üstüne bir kasvet çöktü. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Kalbi sıkıştı.
Bu haberden sonra Türkiye'de de kariyer yapamazdı. Hiç kimse onunla çalışmak istemezdi. Akrabaların, komşuların hatta bakkalın bile diline düşmüştü. Annesi, oğlunun en sevdiği yemeği masaya koydu.
"Bezelye, sağol anneciğim"
Bezelye taneleri misket gibi tıkadı boğazını. Yutamadı.
-------------





 
    Ercüment, babasının ayarladığı, çamaşır makinesi üreten bir fabrikada işe başladı. Saçlarını kestirdi. Artık üretim bandının bir parçasıydı. İş arkadaşları ne karılar hoplatmıştı. Son model telefonlarını yirmi dört ay taksitle almışlardı ama olsun ödenirdi. Allah nasip kısmet ederse, temiz bir araba alıp, boş caddelerde yanlayacaklardı. Ercüment de artık evlenseydi, ne zamana kadar bekar gezecekti.


     Ercüment, dört sene bu lanet işte çalıştı.
"Sikerim çamaşır makinenizin rezistansını" deyip istifa etti.
O, eşine az rastlanır bir yeteneğe sahipti.
İçinde hala melodi fırtınaları kopuyordu. Sıradan insanlar gibi yaşayamazdı.
Yani yaşardı da, o yaşayan Ercüment olmazdı.

******************



Kimsenin umursamadığı bir yetenek neye yarar ?
Kimsenin umursamadığı bir insan olarak yaşamanın ne manası var ?
   Scampi'de olduğu gibi, birinin gelip beni kurtarmasını beklemiyordum. Aslında ölmek için girdim kutuya. Türkiye'de yaşayan herkes bilir. Şüpheli bir kutu varsa, patlar.

Duyarlı bir vatandaşın ihbarı üzerine etrafım sarıldı. Polisler yaklaşmaya korkuyordu.
Ben de karton kutuda açtığım delikten, olan biteni izliyordum.

"cızzzttt.....Bomba ekibi nerede, bomba ekibi geliyor mu....cızztt.."
"cızzttt....Yoldalar amirim geliyorlar...cızzt"
"Cızztttt....Anlaşıldı tamam....çıt.."

 Bomba ekibi geldi. Astronot kılıklı bir polis yanıma doğru yaklaştı.
Hayatımın konseri başlıyordu. Metronomu verdim.
"Tik tak tik tak"

"cızbtt..amirim saatli bomba...güvenlik önlemi alın, patlatıyorum..cızbt.."
"....anlaşıldı.."

Kulağıma deniz kabuğunu koydum. Öyle güzel bir şarkı çalmaya başladı ki, kendimi kaptırdım.

Olaylar durulduğunda, ölmüştüm.

31 Ocak 2014 Cuma

Katil


Rasim kendini koşarken buldu. Buraya nasıl gelmişti. Neden koşuyordu ?
Soğuk hava, yüzüne vurdukça zihni açılmaya başladı.
Bacakları yandığına göre epeydir koşuyordu.
Birilerinden kaçıyor olmalıydı. Ayaklarını kıçına vura vura koşmasının başka bir açıklaması olamazdı.
Arkasına bakınca dört beş kişinin onu kovaladığını gördü. Bir kez daha baktı, hepsi de tanıdık yüzlerdi.

Seray, Zeynep, Gülizar, Şeyda ve Aslı.


Onları hemen tanıdı. Aşık olduğu insanları nasıl tanımazdı. Her biriyle, ayrı ayrı hayaller kurmuştu. Hala da kurmaya devam ediyordu. Hepsini seviyordu ama Seray'ın yeri ayrıydı. Rasim'in vazgeçilmeziydi o.

Tüm aşkları üstüne üstüne koşuyor, bağırıyordu ;

Zeynep - "Beni bu akordeonla mı tavlayacaktın !! Akordeonuna soktuğumun oğlu dur kaçma ! "
Gülizar -  "Keman çalıyorsam çalıyorum sana ne apolitik piç !  "
Seray -    "Demek benimle tatile gitme planları yapıyorsun, gel buraya koca yanak !"
Şeyda -   "Birlikte uyuduğumuzu düşünmek neymiş göstericem sana ! "
Aslı -       "Hayal de olsa beni bir kez daha öpersen, cehennemi boylarsın pis herif !"

Kafasındaki düşünceleri ve hayallerini nereden biliyorlardı. Alkolü çok kaçırdığı bir gece, hepsine tek tek mesaj  atmış olabilir miydi.
Hayır, imkanı yoktu çünkü bir senedir ağzına alkol sürmüyordu.
Rüya?
Evet rüya olmalıydı. Lucid bir rüya. Bilinci açıktı çünkü.

Rasim bunun bir rüya olduğunu anlayınca keyfini çıkarmak için koşmayı bıraktı. Ne olabilirdi ki ?
Ters bir durumda, uçarak onların yanından uzaklaşırdı. Ya da rüya onun değil miydi, canı isterse hepsini yok ederdi.

Kızlar da yavaşlayıp durdu.

     Zeynep, akordeonla ölüm marşı çalmaya başladı. Gülizar da keman partisyonlarıyla ona eşlik etti.
 Aslı ve Şeyda, ölüm marşında harmandalı oynamaya başladılar.
"Kahretsin, mide bulandırıcı bir hayal dünyam var" diye kendinden tiksindi Rasim.
Seray çantasındaki silahı çıkarıp Rasim'e doğrulttu.
"Tatil mi istiyordun ? Seni ebedi tatile yolluyorum aşkım"
Rasim omuzlarını silkti; " Güzelim bu benim rüyam ". Güneş gözlüklerini takıp alaycı bir şekilde gülümsedi ;
-----------------------------
-----------------------------
----------- -----Uçamıyordu. "Lan, lan hadi uçsana."

Seray parmağını tetiğe koydu.

"Abra kadabra. Hokus pokus. Ya herru ya merru." Rasim, tüm büyülü sözcükleri denedi ama onları yok edemiyordu.

Seray, "Hoşçakal koca yanak" diyerek tetiğe bastı.


Pamm.. Pata pata, çata çata.. Pamm!
Aciz vücudunun ölmesi için tek kurşun yeterliydi. Seray, işini şansa bırakmamak için altı el ateş etti.
Öldüğünden emin oldu.
"Kızlar bu iş tamamdır, artık bizi rahatsız edemeyecek puşt ".

Hep birlikte bir ohh çektiler. Çektikleri ohh Rasim'in ruhunu göğe yükseltti. Uçuyordu.
Ruhunu, mastika çalıp dans ederek uğurladılar.

   
       Seray, ter içinde uyandı. Rüya bile olsa birini öldürmüştü. İçinin yandığını hissetti, bardakta duran suyu bir dikişte bitirdi.
"Yıllar sonra Rasim nereden akılma geldi ya ".

     Rasim'le üç sene önce bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmışlardı. Bir kaç hafta konuştuktan sonra birbirlerine uygun olmadıklarını düşünüp bağlantıyı kestiler. O günden beri Rasim'i ne görmüş ne de duymuştu.

Saate baktı. "05.00". Hava karanlıktı.
Sabah Rasim'i arayıp hal hatır sorarım diye düşünerek tekrar uykuya daldı.


"Alo Rasim ?"
"Seray tatile çıkalım mı? Seni çok özledim aşkım "
"Ne tatili , ne aşkı Rasim, saçmalama"

       Seray yine ter içinde uyandı. Saate baktı. "07.45".
Artık uyanmıştır diye düşündü. "Rasim turkcell...sanırım numarası buydu". Numarayı aradı.
Telefon uzun uzun çaldı.

    Rasim en sevdiği şarkıyı zil sesi yapmıştı. Yarı uykulu halde şarkının yarısına kadar dinledi.
 Sonra telefonu açtı.


"Alo Rasim, ben Seray "
"...A-afedersiniz, hatırlayamadım "
-----Sessizlik--------

-----dıt dıt dıııtt---

Seray, telefonu suratına kapadı. "Nasıl hatırlamaz ya" diye sinirlendi. Telefonu duvara çarptı.

Küçük dağları o yaratmamıştı. Birinin bunu Seray'a söylemesi gerekiyordu.
Rasim söyledi.
__________________

                                                                              Öyküyü Yazan
                                                                              Rasim Gönlübol
_________________________________________________________________________________

        Rasim, bu öyküyü ülkedeki tüm edebiyat dergilerine yolladı. Posta gazetesinin 'yurdum şairleri' bölümüne bile. Öykü yayınlanınca, bir dergi de Seray'a yollayıp ona güzel bir ders verecekti. Özellikle son paragrafın, Seray'ın yüzüne bir tokat gibi çarpacağını düşlüyordu.

Ama hiç biri, Rasim'in yazısını yayınlamadı.